3 Ekim 2012 Çarşamba

Etgar Keret'le 5 Çayı'ndaydık!


Tarih: 1 Ekim 2012.

Yer: İstanbul Modern’in boğaz manzaralı restoranı.

Saat: 16:00.

Kitap Galerisi’nin Sosyal Medya olaylarını gerçekleştiren Tuna Bahar mekâna giriş yapar.

Olay: Etgar Keret!

Radikal yetkilileri saat 16:00’da orada olmamızı rica etmişlerdi, biz oradaydık da kendileri trafiğe takıldıkları için yoklardı ne yazık ki. Olsun, sonradan katıldılar aramıza.

Etgar Keret’in saat 17:00’da orada olacağı söylenmişti. Dendiği gibi saatler tam 17:00’ı gösterdiğinde Etgar Keret restoranın giriş kapısında Türkiye’deki yayıncısı Sanem Sirer’le birlikte görüldü.

Keret’in giyiminden hemen anladık ki ne modayı takip ediyor ne de gösterişli görünmek istiyor. Yani tam beklediğim gibi. Saçlarını taramadığı da her halinden belliydi. On puan da buradan verdik zaten :)

Radikal yetkilileri o saatte orada olamadıkları için konuşmayı ve çevirmenliği Sanem Hanım’a yükleyerek kahvelerimizi söyleyip sorulara başladık. Malumunuz dünyaca ünlü bir yazarı öyle her gün göremiyoruz, bu yüzden vakit nakittir diyerek adamcağızı soru yağmuruna tuttuk.

İlk ben başladım. Özellikle “kent”lerin yazı ve yaratma dünyasındaki önemini sordum. Bunu sorarken de Joyce’un Dublin’ini, Pamuk’un İstanbul’unu, Dostoyevski’nin Petersburg’unu referans gösterdim. Keret bu soruya, kentlere çok fazla takılmadığını, kentlerden ziyade insanların kendisine ve yazmak istediği hikâyelere ilham verdiğini söyledi. Sonra katılımcılardan Hüseyin bir dizi politik – güncel soru yöneltti kendisine. İstanbul’un şehir hayatındaki kargaşasından, Tel Aviv’deki durumdan, İsrail’in siyasi dengesinden, arkasındaki güç Amerika’dan...

Neyse ki bu konuşmalar fazla uzamadı, Sanem Hanım’ın da belirtmesiyle bu siyasi konulardan yazarın sanatına doğru tekrardan akmaya başladık.

Diğer katılımcılar Nuray ve Hakan birer soru sordular ve Keret’in tatlı diliyle yanıtlarını almış oldular. (Nuray ve Hakan konuşurken ben dışarı çıkmak zorunda kaldığım için soruları tam bilemiyorum, yalan yanlış bir şey yazmaktan korktuğum için de kısa kesiyorum)

Derken benim soru bombardımanım resmen başladı: Cioran’ın intihar etmek gibi bir seçenek olduğu için, intihar etmeyi tercih etmemesi durumunu, bununla ilgili ne düşündüğünü sordum. Keret öncelikle Cioran okumadığını, bilmediğini söyledi. Fikire katıldı; intihar etmek hepimizin elinde olan bir şey; ancak intihar etmiyorsak yaşamı seçmiş olmalıyız. Bu durumda da yaşam bize zorla dayatılan bir şey olmaktan çıkar ve bizim bu yaşamla ne yapmak istediğimize kadar gider. Burada kendi hayatından kişisel bir hikâye de anlattı: 19 yaşında askeri görevini yaparken, başka bir asker arkadaşı tüfekle kendini vurarak intihar etmiş. Onu bulan ise Keret olmuş. Bu olaydan o kadar etkilenmiş ki, “Borular” adlı ilk hikâyesini yazmış askerdeyken. Keret, o günden beri de hikâye yazıyor.

Ardından geçenlerde “Nimrod Çıldırışları” adlı hikâyesini okuduğumu ve bu hikâyenin diğer tüm hikâyelerden farklı olduğunu söyledim. “Nimrod Çıldırışları”ndaki karakterlerin sayfalardan fırlayıp gerçek hayatta can bulduklarını, hiçbir hikâyesinde rastlamadığım bir gerçeklikle karşılaştığımı ifade ettim. Onun hikâyelerinde gerçeklik ne kadar vardı? Buna cevap olarak mizahı etkin bir güç olarak kullandığını (benden önce Hüseyin’in sorduğu soruyla da bağlantılı olarak) mizahın basit bir şey olmadığı söyledi. “Sonuçta insanları gıdıklayarak da güldürebilirsiniz; ancak bu mizah olmayabilir. Mizahın olması düşüncelerimizde ve algılarımızda yepyeni kanallar açılmasını sağlamaktadır. Bu yüzden gerçeklik ve mizah iç içe geçmişse hikâyelerimde sakın şaşırmayın. Ancak seni tebrik ederim, Nimrod Çıldırışları diğer hikâyelerimdem gerçekten farklıdır. Çünkü senin dediğin gibi oradaki karakterler gerçektir. Yani, hikâyeyi anlatan karakter dışındaki iki kişi, benim gerçek hayattaki arkadaşlarımdır.” (Burada ağzım kulaklarımdaydı :) )

Bundan sonra bizden Oğuz Atay örneğini verdim. Şu an Türkiye’de en kıymetli ve en çok okunan yazarlardan biri olduğunu; ancak Atay’ın sağlığında neredeyse hiç okunmadığını, kitaplarının 2. baskısını yapmadığını, bu yüzden kendi günlüğüne bugün okuyabildiğimiz “Ey okur! Sonunda bana bunu da yaptınız” cümlesinin var olduğunu belirttikten sonra, kendisinin de böyle bir durum yaşasaydı ne yapabileceğinden dem vurmak istedim. Keret buna fazla takılmayacağını, önemli olanın çok satmak değil, 2 okurun bile kitabını okuyup anlayacağını ve bunun ona yeteceğini söyledi. Burada hayatından bir örnek daha verdi: İlk kitabı çıktıktan sonra, kitabın 800 tane sattığı kendisine bildirilmiş. Keret de tanıdığı herkese, gittiği her ortamda kitabın tam 800 tane sattığını gurur duyarak anlatmış. Derken bir gün yayınevinden kendisini aramışlar, şöyle demişler: “Etgar, 800 tane satmak önemli bir başarı değil, hatta bu satış bizim yayınevimiz için küçültücü bir durum. Bunu hiçbir yerde söyleme artık!” Keret bu ikâza çok sinirlenmiş ve onlarla kavga etmiş. “800 tane satması asla küçümsenecek bir şey değil. Hatta bence ilk kitap için büyük bir başarı. Tabii başarı da kişiden kişiye değişir; ancak benim görüşüme göre nicelik değil nitelik daha önemli” diyerek cevabını toparlamış oldu.

Bunu takiben Faulkner’in bir söyleşisinden alıntı yaptım: Faulker (Sanırım Paris Review’de) bir söyleşisinde; önemli olanın “yaratıcılık” olduğunu diğer bütün ahlâki değerlerin boş olduğunu, bu sayede yazan kişinin arkadaşının parasını ve viskisini çalabileceğini gönül rahatlığıyla desteklediğini söylediğini, bu minvalde hem kendisinde hem de yazılarında “ahlâk” nerede duruyor diye sordum? Öncelikle Faulkner’in kendisinin de favori yazarlarından olduğunu belirtti. Ancak Faulkner’in yazmak için her yol mûbahtır anlayışına katılmadı. “Sırf ben yazayım diye çıkarlarımı gözetirken, meselâ; bir çocuğun kolu kırılsa vicdan azabı yaşarım. Her şeyden önce iyi yazmaktan da önce iyi bir insan olmaya çalışıyorum. Ve iyi bir insan olmak göründüğü kadar kolay değil, ben de bu yüzden çok çabalıyorum dedi ve burada epey güldük :)

Sevdiğim her yazarda merak ettiğim bir şey vardır: Yazdıklarının kalitesini bir yazar nasıl anlar? Bu soru yıllardır kafamı kurcalayan, zihnime huzursuzluk veren bir sorudur. Hazır fırsatını bulmuşken Keret’e de sorayım dedim. Yazdıklarının kalitesini nasıl anlıyor, yazdığı her şeyi editörüne yolluyor mu? Bu konuda oldukça rahat bir yapısı var Keret’in. Sevdiği ve yazmak istediği konular üzerinde kafa patlattığı için bir kere yazmaya gömüldü mü artık ne yemek düşünüyor ne de başka bir şey. Tamamen yazının içinde vakit geçiriyor, istediği hikâyeyi yazdığına inandığı zaman da onu dosyasına ekliyor.

Sizin için epey kısalttım söyleşiyi; ancak ana hatlarıyla verdiğimi düşünüyorum. Son soru olarak da, Ekim ayında olduğumuzu ve önümüzdeki günlerde Nobel Akademisi’nin 2012 Nobel Edebiyat Ödülü’nün kime verildiğini açıklayacağını, büyük ödüllere ve özellikle Nobel’e nasıl baktığını sordum: Keret, ödülleri fazla ciddiye almıyor. Elbette kitaplarının fazladan bir dile çevrilmesi onu nasıl mutlu ediyorsa, ödül alması da onu aynı şekilde mutlu edebiliyor. Yalnız şuna dikkat çekti; ödüller Keret için “tavsiye” niteliği taşıyor. Yani, bir kitabın üstünde “2010 Man Booker Ödüllü” yazması, o kitabı seçen ve ödüle değer gören insanların, diğer okuyuculara tavsiyesi olarak anılmalı, aksi takdirde; o daha iyi yazıyor, bu Nobelli harika bir yazar cümlelerine kesinlikle katılmıyor.

Yaklaşık 100 dakika süren söyleşinin sonuna böylece gelmiş oluyoruz, kitaplarımızı imzalatıyoruz, Radikal çalışanları fotoğraf çekiyor ve kamera görüntüleri alıyor, hepsinden önemlisi ise hepimiz gülüyoruz.

Ayrılırken insanın elini çok içten, candan bir şekilde sıkıyor Keret, çok nazik gülüyor, sorularımız için tekrar tekrar teşekkür ediyor. Ben de bu sırada bizim yayınevi Everest’ten çıkan Ahmet Ümit’in Bab-ı Esrar kitabının İngilizce çevirisini ve tek kelime Türkçe bilmemesine rağmen kendi romanım Petunya’yı imzalayıp veriyorum. Çok mutlu oluyor. Beş altı kez tokalaşmadan sonra anca ayrılabiliyoruz.

Önemli not: Kitaplarını okuduğumuz bir yazarı görmek biz katılımcıları çok mutlu etti. Radikal Gazetesi ne iyi etti bu etkinliği gerçekleştirerek. Dileğimiz bu etkinliklerin devamının gelmesidir. Başta Radikal Gazetesi Reklam Müdürü Fulya Özgel Yılmaz’ı ve tüm Radikal ekibini kutluyor ve Kitap Galerisi adına kendilerine teşekkürlerimi sunuyorum.

Tuna Bahar

Bu kitabı KitapGalerisi'nden bu linke tıklayarak satın alabilirsiniz.

kitap




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder